Sevecen gülümseyişi, babacan bakışları, uzun saçları, karizmatik duruşuyla Türkiye’nin Stephan Hawking'i DR Alper Kaya, yaşadığı şehir İzmir’de her gün olduğu gibi işine gitmek için evinden çıkıp görevli olduğu hastaneye kadar yürüyordu. Bir sabah kasığında tanımlayamadığı bir ağrı ve ayağına güçsüzlük olduğunu hisseden Alper Kaya uzun muayeneler sonucu daha önce adını bile hiç duymadığı ALS hastalığına yakalandığını öğrenir. 28 Yaşında genç bir göz DR’ Alper Kaya’nın ALS hastalığını öğrenmesiyle birlikte yaşamında köklü değişikler oldu. 27 Yıldır ALS hastalığıyla mücadele eden ve kendi gibi ALS hastalarının hastalığa ilişkin bilinçlenmesi adına yazılar yazıyor, hastalığa ilişkin literatürü Türkçeye çeviriyor.
Göz Hastalıkları Uzmanı (emekli) olan Kaya, ALS MNH Derneği yönetim kurulu üyesidir. Aynı zamanda The International Alliance of ALS/MND Associations yönetim kurulu üyeliği de yapmaktadır…
Bize biraz ALS hastalığından bahseder misiniz? Kısaca ALS nedir ve hastalığın sizdeki seyri 27 yıllık süreçte nasıl gelişti?
Tıp Fakültesinde doktor adaylarına pek çok temel tıp bilgileri, hastalıklar, oluşma nedenleri, tedavileri öğretilir. Ancak bazı hastalıklar vardır ki kısa süreli staj döneminde adını bile duymazsınız. Çok ender görülen hastalıklar bunlara örnek oluşturur. ALS denilen hastalık da toplumda yüzbinde bir kişide görülen nadir bir hastalıktır. ALS teşhisi aldığımda bir hekim olarak hiç duymadığım bir hastalıkla karşı karşıya olduğumu anladım. Amiyotrofik Lateral Skleroz hastalığı. Adını söylemek bile zor…
Hastalığın adı, ilk kez ünlü Fransız nörolog Charcot tarafından 1869 yılında anılmıştır. Charcot, ilerleyici kas güçsüzlüğü, kas erimesi, yutma güçlüğü ve solunum yetmezliği nedeniyle ölen hastaları incelemiş. Otopsi sırasında omurilik dokusunun yan kısımlarında sertleşme olduğunu izlemiş. Kas erimesi ile birlikte görülen bu ölümcül hastalığa a-miyotrofi = Kas erimesi, Lateral = Yan kısımlar, skleroz = sertlik adını vermiştir. Daha sonra EMG tekniği bulununca hastalığın motor nöron denilen sinir hücrelerindeki bozulma nedeniyle olduğu anlaşılmıştır.
ALS ve motor nöron hastalığı genellikle aynı anlamda kullanılmaktadır. Amerika’da ünlü beysbolu Lou Gehrig hastalığı, İngiltere’de ve Avustralya’da Motor Nöron Hastalığı olarak anılmaktadır.
Tanınmış İngiliz fizikçisi Stephen Hawking ve gitar virtüözü Jason Becker motor nöron hastalığı ile yaşamaktadırlar. Türkiye’de Sedat Balkanlı, İsmail Gökçek, Suna Kıraç, Dr. Alper Kaya, ALS hastasıdır. İngiltere`de yaklaşık 50.000 kişide 1 kişiye her yıl ALS/MNH teşhisi konulmaktadır. Türkiye’de ne kadar ALS hastası olduğu bilinmiyor. 6-8 bin civarında ALS hastası olduğu tahmin edilmektedir.
Motor nöron hastalığı (MNH), ciddi ve tedavisi olmayan ilerleyici bir nöro dejenerasyon (sinir hücrelerinin bozulması) biçimidir. Zamanla omurilik ve beyindeki sinirler artan bir şekilde fonksiyonlarını yitirir. Motor nöron hastalığında motor nöron denilen istemli hareket uyarısını taşıyan sinir hücreleri etkilenir.
Hastalık genellikle 60 yaş civarında başlar. Ancak 20-80 yaş arasında görülebiliyor. Her iki cinste de görülebilir. Hastalığın en belirgin özelliği ilerleyici, ağrısız kas güçsüzlüğüdür. Hastalıkta iki farklı başlangıç türü vardır. Spinal başlayan türde, el ve ayaklarda güçsüzlük, el becerilerinde kayıplar, yürüme güçlüğü ile başlar. Bulber tipte ise konuşma bozukluğu, yutma ve solunum güçlüğü belirtilerle başlar. Nedeni bilinmiyor. Tedavisi henüz bulunamadı.
Hastalığın ilerleyen evrelerinde hastalar kendi işini göremez hale gelirler. Beslenme bozukluğu ve solunum yetmezliği nedeniyle genellikle 3-5 yıl içinde kaybedilir.
Zamanında gerekli beslenme ve solunum desteği verilen ALS hastaları uzun yıllar yaşatılabiliyor. Hastalarda otonom sinir sistemi, kalp, sindirim, dolaşım, Boşaltım sistemleri genellikle etkilenmez.
Bellek, bilişsel yetenekleri, beş duyu sistemi ve zihinsel yetenekleri sağlam kalmaktadır. Hastalar tamamen hareketsiz duruma gelseler de yaşadıkları her şeyin farkındadır.
Benim şikâyetlerim 28 yaşındayken başladı. Geceleri şiddetli kas krampları vardı. Gündüzleri sürekli yorgunluk hissediyordum. Yürürken sol ayağımın aksadığını farkettim. Yoğun bir iş temposu vardı. Hastanede göz kliniğinde asistan olarak çalışıyordum. Gece nöbetleri, ertesi gün poliklinik, hasta dosyaları, serviste hoca vizitleri derken yorgunluğumu günlük işlere bağlıyordum. Daha sonra Merdiven çıkarken zorlanmaya başladım. Nöroloji ve ortopedi doktorlarına muayene oldum. O zamanlar MRI yoktu. Röntgen ve bilgisayarlı tomografi yöntemleri vardı. Önceleri bel fıtığı olabileceği düşünüldü. İstirahat ve kas gevşetici ilaçlar verildi. Fakat hiçbir iyileşme belirtisi görülmedi. Ayrıca hiç ağrı yoktu. Daha sonra nöroloji bölümünde EMG yapıldı. İlk kez motor nöron hastalığı adını orada duydum. Beni muayene eden hocalarım da kesin tanı koymakta kararsız kalmışlardı. Çünkü yüzbinde 1-2 kişide ve 60 yaş civarında başlayan bir hastalığın EMG bulgularını gösteriyordum. Öte yandan eğer ALS hastası olduğumu düşününce yaşam bir anda kararmıştı. Çünkü okuduğum kadarıyla en fazla 3-5 yıl yaşayacaktım. Fakat kendime böyle bir ölümcül hastalığı yakıştıramıyordum. Hiç kimseye yakışmıyor ama bana olmaz diye düşünüyor insan.
Yine de umut vardı. Çünkü 1989 yılında Türkiye’de ilk MRI cihazı Dokuz Eylül Tıp Fakültesine gelmişti. Mezun olduğum okulun Nöroloji kliniğinde yatarak tetkik oldum. Sonuç değişmemişti. Motor Nöron Hastalığı tanısı ile takip edilmek üzere taburcu edildim.
Aslında çok da fazla bir şikayetim yoktu. Yürürken sol ayağım aksıyor, topallıyordum. Yürümede zorluk yoktu ama yoruluyordum.
Sonra ilk kez EMG bulgularımı fark eden doktorum, beni Amerika’da ALS hastalığı konusunda uzman olan Prof Stanley Appel’e bir mektup ile gitmemi tavsiye etti. Amerika’ya gitmek, Amerika’da sosyal güvencesi olmadan bir hastanede yatarak tetkik olmak, yol, otel masrafları göze alınacak gibi değildi. 4 yıllık evliydim. Eşimin Amerika masrafları bütçemizi aşıyordu. Yine de hayatıma bir yol belirlemek için her şeyimi satıp tek başına Amerika yolculuğuna çıktım.
Amerika’dan kesin ALS teşhisi aldım ve Türkiye’ye döndüm.
Fiziksel açıdan bakıldığında hala çok farklı değildim. Fakat Psikolojik açıdan duvara toslamış gibiydim.
Yaşamıma son verme planları yapıyordum. Mesleğimi bırakacaktım. Zaten ölecektim. Gidip annemin kollarında baba ocağında öleyim diyordum.
Öyle olmadı… Eşim, bebek müjdesi verdi. Bütün planlarım yatmıştı. Kendimi toplamalıydım. Bu bana verilmiş en büyük fırsattı. Bu fırsatı iyi değerlendirmek zorundaydım.
1991 yılında bebeğimiz doğdu. Onu kucağıma alıyordum fakat düşürmekten, ona zarar vermekten korkuyordum. Yine de yaşamımızda bir amaç vardı. Bu çok önemliydi.
1993 Yılında operatör doktor göz hastalıkları uzmanı, oldum. Yürümem daha da zorlaşmıştı. Merdiven çıkmakta çok zorlanıyordum. Baston kullanmayı reddediyordum. Fakat ellerim henüz hastalıktan çok fazla etkilenmemişti. Mesleğimi yapabiliyordum.
1998 yılında sık sık tökezleme ve düşmeler başladı. Birkaç kez ayak kemiklerim kırıldı. Sonunda Tekerlekli sandalyeye oturmak zorunda kaldım. Aslında akülü tekerlekli sandalye ile yaşam kalitem oldukça iyiydi. Gideceğim yere daha hızlı ve güvenli gidiyordum. Hastane koridorlarında yürüyerek zaman kaybetmiyordum. Mesleğimi seviyordum. Hastanede bütün vaktimi mesleğime ve hastalarıma adamıştım.
2004 yılından kalabalık ve havasız hastane ortamında pnömoni –zatüre- hastalığı oldum. Nefes darlığı nedeniyle acilen Dokuz Eylül acil servise götürüldüm. 1 ay anestezi yoğun bakım sonrasında trakeostomi (nefes borusuna tüp yerleştirme) ve solunum cihazı ile eve taburcu oldum. Evde Yoğun bakım günleri başlıyordu.
- yılında, Türkiye’de ALS hastasını evde yaşatma konusunda örnek alabileceğimiz bir uygulama yoktu. Belki de bunu başaran ALS hastası ve aileleri vardı ama bizim haberimiz yoktu. Her adımı deneme yanılma yoluyla atabiliyorduk. Solunum cihazı, aspiratör elektrikle çalışıyordu. Elektrik kesintisinde ne yapacağımı bile bilmiyordum. 15 dakikalık kesintisiz güç kaynağı önerenler, balkona jeneratör önerenler, evde güneş paneli önerenler… Konuşamadığım için ve solunum cihazı ile nefes alabildiğim için nasıl haberleşme olacak bilmiyordum. Gece bir şey olursa eşime nasıl haber vereceğim bilmiyordum. Yoğun bakımdan çıktığımdan beri ellerim, ayaklarım hareketsizdi. Bir zil düğmesine bile basabilecek gücüm yoktu. Eşim sabaha kadar nefesimi dinliyor, tilki uykusunda yatıyordu. Kızımız psikolojik travma yaşıyordu. Annem, babam ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Kardeşim, işini bırakıp bana bakmaya niyetlenmişti ama onun da bir ailesi, işi vardı. Emekli maaşı ile nasıl geçineceğiz bilmiyordum. Hayatta olduğuma sevinsem mi yoksa üzülsem mi bilmiyordum.
Yatakta 6 karanlık ay geçti…
Sonra bir gün eşim, ne zamandır yüzüne bakmadığım masaüstü bilgisayarı açtı. Fareyi elimin altına tutuşturdu ve bunu nasıl yapacaksan yap ama bir şey yaz oraya dedi…
İşaret parmağımın çalıştığını anladım. Bir sanal klavye programı buldum, her harfe tek tek tıklayarak aklıma gelen her şeyi yazıyordum…
İletişim, beni yeniden hayatın içine attı. Artık sanal bir dünyada gerçek ben’i arıyordum.
Sizin yaşam serüveninizi dinleyince özellikle sonradan engelli olanların yaşadığı travma ve intihar düşüncesini sizin de yaşadığınızı görüyoruz. Neyse ki sizi yaşama bağlayan şeyler olmuş ve yaşamı tercih etmişsiniz. İyiki de öyle yapmışsınız. Bu konuya ilişkin sizin özel durumunuzdan yola çıkıp birazda geneli ilgilendiren bir konuya “ötenazi” konusuna gelelim. Özellikle Avrupa ülkelerinde “akli dengesi yerinde, tıbben iyileşmesi imkansız ve sürekli dayanılmaz açılar çeken” insanlara ötenazi hakkı tanınması gerektiği tıp ve dini çevrelerde tartışılan bir konu. Hatta ötenaziye izin veren bazı Avrupa ülkeleri de var. Bir dönem bizim ülkemizde de trafik kazası sonrası felç olup yatağa bağımlı kalan Tuğrul Cankurt’ta “ya insanca yaşam, ya onurlu ölüm” diyerek ötenazi talebinde bulunmuş ve bu talep kamuoyunda çok tartışılmıştı. İşin dini boyutu bir yana, bir tıp ve bilim adamı olarak size göre “akli dengesi yerinde, tıbben iyileşmesi imkansız ve sürekli dayanılmaz açılar çeken” insanlara ötenazi hakkı tanınmalı mı?
Ötenazi, yardımlı intihar, öncelikli direktif… Anket
2010 yılından beri uluslararası ALS dernekleri birliği çalışmalarını izleme imkanım oldu. Yönetim kurulu üyesi olarak aktif rol aldım ve çalışma gruplarında bulundum. Ötenazi konusu tüm dünyada ölümcül hastalıklarla (terminal illness) yaşayan insanların ortak sorunu. Biliyorsunuz bu temayı işleyen önemli filimler de yapıldı. Dünyada kendi yaşamına son verme veya başkası tarafından hastanın yaşamına son verme konusu çeşitli başlıklarda inceleniyor, tartışılıyor.
Yaşamın sonlandırılması, kişinin kararı olmaktan öte, işlemin nasıl yapılacağı da tartışma konusudur. Eğer kişi kendi yaşamına son verebilecek bilişsel ve fiziksel yeteneklere sahip ise intihar seçeneğini kullanabilir. Ancak bunu nasıl gerçekleştireceğini bilmiyorsa nasıl yapacak? Bu durumda yardımlı intihar seçeneği bir yol olabilir.
Örneğin ALS, locked-in sendromu gibi tamamen hareketsiz ve başkasına bağımlı durumda yaşayan ve bilişsel yetenekleri sağlam olan, herşeyin farkında olan insanlar yaşamlarına son verme kararında olsalar bile bunu nasıl yapabilirler? Burada yardımlı intihar bir seçenek olabilir. Öte yandan bu isteği tıbbi olarak gerçekleştirecek olan kişi, cinayetle suçlanacaktır.
Gelişmiş toplumlarda tedavisi olmayan, ölümcül hastalık teşhisi alan hastalar tıbbi vasiyet (advance directive) hakkını kullanabiliyor. “Eğer bir gün hastalığım şu aşamaya gelirse solunum cihazı, trakeostomi gibi işlemleri şimdiden reddederim “ şeklinde hukuki açıdan yaptırımı olan bir belge imzalayabilir. Yaşayan hastaların bu vasiyetle gelmesi, hekime de sorumluluk yüklemez. Hekim açısından ise hasta bu tıbbi vasiyet, “hospice care“ kararı olarak kabul edilir. Hospice merkezinde ağrıları dindirilir, dini hizmetleri (pastoral care) verilir. Huzurlu ölüm (Peaceful dieing) için gerekli ortam hazırlanır. Genellikle tıbbi morfin uygulanır.
Sağlıklı insanlar da bu tıbbi vasiyeti önceden imzalayabilir. Örneğin bir acil durumda trafik kazası, afet vs nedeniyle standart kalp akciğer masajı, elektroşok gibi yöntemlerle yaşama dönmeyen veya koma durumunda olan kimseler DNR (do not ressutate) hakkını kullanabiliyor.
Aslında tıbbi etik biliminin konusudur. Fakat toplumlara, inançlara, geleneklere göre farklılık gösterir. Burada konuyu tıbbi etik olarak ele almak daha doğru olur. Kişisel kararım, kişinin kararına saygı duyulması, bu seçeneğin yasalarla güvence altına alınmasıdır. Yine de en can alıcı nokta, kişinin kararını verirken ruhsal açıdan bu kararı vermeye ne kadar yetkin olduğunun tanımlanmasıdır. Öte yandan tıbbi olarak bilinçli durumda olmayan hastalar hakkında karar verilirken yaşamın ne olduğunun tanımlanması zorluğudur.
Dünyada, hayatın sonlandırılması konusunda daha çok araştırma yapan ülkelerde konu hem etik hem de teolojik açıdan ele alınmaktadır. Öte yandan örneğin Çin ve Japonya gibi semavi dinlerin çok yaygın olmadığı, uzak doğu inanç sistemlerinin daha yaygın olduğu kalabalık toplumlarda hayatın sonlandırılması hakkı yine de tartışmalıdır. Hukuksal düzenleme yapma konusunda bir fikir birliği oluşmamıştır.
Semavi dinlerin kabul edildiği toplumlarda ise yaşamın sonlandırılması konusunu tartışmaya açmak bile henüz çok başarılı olmamıştır.
Amerika’da bir sanatçının ALS teşhisi aldıktan sonra yardımlı intihar daveti oldukça fazla ilgi uyandırmıştı. Haber sonrasında ülkemizde yapılan bir ankette katılımcıların %73 kadarı “Tedavisi olmayan hastalar için yardımlı intihar hakkı yasal olmalıdır” yanıtını vermiştir. Yine ülkemizde yapılan başka bir ankette bu oran %89 olarak görülmektedir.
Ülkemizde, yukarıda söz edilen hayatı sonlandırmaya yönelik uygulamalardan hiçbiri yasal değildir. Aktif ötanazi Türkiye'de yasal değildir. Yürürlükte olan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'na göre, hastaya ötanazi uygulayan fail (hekim), tasarlayarak (taammüden) adam öldürme hükümlerine göre yargılanır ve ağırlaştırılmış müebbet (ömür boyu) hapis cezasıyla cezalandırılır.
Tabip odaları, üniversitelerin tıp etiği bilimdalı araştırmaları ile hukuksal zemin hazırlığı vardır. Ancak kanun olarak henüz uygulanmıyor.
Ülkemizde yaşanan bir başka acı gerçek ise hastanın kararı ne olursa olsun, tedavisi olmayan, bakımı maliyetli, kendi yakını tarafından bakılmayan veya bakacak yakını olmayan hastaların maruz bırakıldığı pasif ötenazidir. Toplumsal değerlerimizin nasıl erozyona uğradığını, sağlık politikalarının ne kadar insanlıktan uzak olduğunun bir göstergesidir. Yaşlısına saygı göstermeyen, onlara bakamayan toplumlar uygarlıktan söz edemez. Yok olmaya adaydır.
Birazda engellilerin genel sorunlarına değinelim. Maalesef ülkemizde yaşayan engelliler hem ekonomik hem sosyal açıdan bir çıkmazla karşı karşıya. Burada tüm engel gruplarını ilgilendiren sorunlara tek tek değinmeyeceğim ama genel madde başlıklarına baktığımızda bu sorunlar belli. Yani kimsenin sorunlarının tespitini yapmak için Amerika’yı keşfetmeye falan ihtiyacı yok. Başlıca sorunlarımız medikal ürün ihtiyaçlarımızın SGK tarafından yeterince karşılanmaması. Bu, milyonlarca engelliyi ilgilendiren bir durum. Sizin gibi ALS Hastaları için yaşamsal fonksiyonlarını yerine getirmenizi sağlayan ürünler içinde aynı durum söz konusu. Aynı şekilde mimari sorunlar, iş yaşamında karşılaşılan sorunlar devletin engellilere yaptığı (2022 engelli maaşı, evde bakım maaşı) sosyal yardımlarda yaşanan bir yığın sorun var. Bu sorunları engellilerle ilgili dernek başkanlarıyla görüşüp “neden bu sorunların çözümü için yetkililere gerekli baskıyı yapmıyorsunuz?” diye sorduğumuzda bize “üyelerimize şu konuya ilişkin yürüyüş yapıp sesimizi duyuracağız bizimle yürüyüşe gelin dediğimizde kimse gelmiyor, ama dernekte yemek var dediğimizde herkes doluşuyor” diye yanıt veriyorlar.
ALS hastalığıyla ilgili bir derneğin “ALS MNH Derneği” yönetiminde olan biri olarak size göre Türkiye’de engellilerle ilgili dernekler asli görevleri olan “sorunları yönetim kademelerine iletip onların üzerinde baskı oluşturarak haklarını alma” noktasında yeterince çalışıyor mu? Eğer dernekler yeterince çalışıyor ve görevlerini yerine getiriyorsa bu yaşadığımız sorunları nasıl açıklarsınız? Veya topu topyekûn derneklere atmak doğru bir yaklaşım mı?
Katılımcı Sivil toplum, Başarı öyküsü, Hukuksal mücadele, Yol açmak, yoldan çekilmek. Biat
Ülkemizde sorun, öncelikle bakış açısıdır. Osmanlı döneminden gelen ve Demokrat parti ile iyice yerleştirilen bir anlayışın temel sorun olduğunu düşünüyorum. Savaştan yeni çıkmış yoksul, yorgun Türkiye’de Atatürk’ün birleştirici, üretime yönelik, halkı dinlemeye yönelik çalışmaları sayesinde Türkiye’nin ilk 10 yılının başarılarını düşünüyorum. Geçmişten getirdiğimiz paha biçilmez, dokunulmamış, bizi biz yapan geleneklerimiz; tarih birliği, kader birliği, imece, misafirperverlik, sade, gösterişsiz yaşanan ibadetler, yoksul dayanışması, bağımsız olmanın gururu ile yeniden onarılmaya başlanan Türkiye… Sonra Demokrat partinin meşhur oy avcılığı. Herşeyi devlet yapacak, okulları, camileri, yolları devlet yapacak söylemleri. Sonra ağalık, aşiret toplu oyları… Sonuçta kendi köyüne okul yapmak için imeceyle çalışan, devletten belki sadece malzeme isteyen, kendi köyünü, kasabasını imar etmeye çalışan iyi niyetli çalışkan insanlar “herşeyi devlet yapacak siz oy verin gerisine karışmayın” söylemiyle bu düşüncede bakış açılarını en ücra yerlere kadar yaydılar.
Artık birey devleti bekler olmuştu. Bir şey yapmadığı için hesap da soramıyordu.
Dernekler çok, sivil toplum örgütü yok
Ülkedeki dernek sayısı bir sosyal iyileşme kriteri sayılabilir. Ancak belli amaca yönelik çalışmalar yapan derneklerin işbirliği içinde olması gerekiyor. Türkiye’de gördüğüm kadarıyla binlerce dernek var fakat işbirliği içinde, sosyal sorumluluk duyan ve toplumsal haklarımız için birlikte mücadele eden dernek yok.
Diğer konu, bazı stk ların hükümete yakın durmaları ve “hak istenmez, hükümet verir” anlayışı ile pasif kalmayı tercih etmeleridir. Bazı sendikaların biat eden duruşu nedeniyle gerçekler gizlenmektedir. Biat ve suyuna gitme yaklaşımı, güç sahibi kişilerin makamda bulunduğu süre içinde işe yarayabilir. Ancak gelecek için hiçbir kazanım olamaz. Stk görevi, hükümetleri uyarmak yoluyla hantal devlet sistemini çalıştırmaktır. Devletin parası, imkanları, aslında halkın emeği, vergisi ve güveni üzerine kurulmuştur. Bu açıdan bakıldığında “devlet yapsın” demek aslında kaynağı halktan oluşan bir finansal miktarın harcanması demektir.
Hükümetlere yol gösterici pozisyonda yer alan az sayıda stk ise baskı ve yıldırmaya maruz kalmaktadır.
Olması gereken, örneğin engelli hakları için mücadele eden, tüzüğünde engelli hakları konusunda mücadele etmeyi amaç edinmiş dernekler, hedef kitleleri ile birlikte bir güç olabilir. Günümüzde sosyal medya oldukça güçlü bir ortam olmuştur. Türkiye’de aynı haksızlıklara maruz kalmış pekçok stk birbirlerine bir dilekçede bile destek olmuyor.
Hak verilmez, alınır” yaklaşımı ile haksızlıklara uğramış, ötekileştirilen, azınlıkta kalan grupların ortak hak arayışı konusunda ortak çatı altında toplanması be tek ses olması gerekiyor.
Alper bey, sorularımızı hem bilimsel hem de sosyolojik açıdan oldukça doyurucu yanıtlar verdiniz. Değerli vaktinizi bize ayırıp bizleri bilgi ışığınızla aydınlattığınız için çok teşekkür ederiz…
Benim içinde keyifli bir söyleşi oldu. Ben teşekkür ederim…