Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” romanında, Bedri ile Macide karakterleri beni çok etkilemiştir. Bu iki karakter de kendileriyle barışıktırlar. İç dünyalarında sorun yoktur. Oysa romanın bir diğer önemli karakteri Ömer’in iç dünyası sorunludur. Yaşamının sorumluluklarını, kendi dışında bir varlığa yükler. Bu varlığın ismi “şeytan”dır. Hoşlanmadığı insanlarla arkadaşlık etmesinden, kendisine güvenerek sırrını paylaşan veznedar Hafız’ı tehdit ederek para almasından, tembelliklerinden… daha pek çok şeyden kendisi sorumlu değildir. Tüm suç şeytandadır.
Ömer, bir türlü sorumluluk taşıma gücüne erişmediğinden sürekli kaçar. Sığınacak yerler arar. Kaçtığı kendisiyle, bir türlü yakasını bırakmayan varlığıyla yüzleşme cesareti yoktur. Hiçbir ahlaksal değeri olmayan, güçlü olmak için zalim olmaya inanan Nihat’ın tersine Ömer’in iyi yanları vardır: Utanma bilmesidir, vicdan azabı duymasıdır. Buna bağlı olarak romanın sonu umut verici biter. Ömer, hiç vazgeçmeyi istemediği Macide’ye verdiği zararı görür. Kopamadığı çevresinden kopma, Macide’den ayrılma kararı alarak “iradeli olma” durumunu ilk kez romanın sonunda gösterir.
“İçimizdeki Şeytan” romanında, çevrenin, insan üstündeki etkisinin ağırlığını görürüz. Tutarsız, birbiriyle yarışan, ünlü olma itkileriyle dolu, meyhaneden meyhaneye koşan, ahlaksal değerleri edinmemiş ya da yitirmiş yazarlarla, şairlerle oturup kalkan Ömer, iç dünyasında bir anlamsızlık duyumsamaya başlar. Sürekli kendisiyle çatışır. Vapurda tanıştığı Macide, Ömer’in iç sesidir. Yanlış zamanda gerçekleşen bu tanışmadan Macide zarar görür. Ömer’in sorumluluklarını şeytanın üstüne atması hiç değişmez. Macide, Ömer’in çevresinde gördüğü Nihat gibi insanlardan daha görür görmez hoşlanmamıştır. Aynı evde yaşamalarına karşın ilk ayrılık bu anda başlar: Macide, Ömer’in arkadaşlarından hiç hoşlanmadığını Ömer’e söyleyemez. Kendisi olamadığı her andan sonra Ömer’e yabancılaşmaya başlar. Kendisiyle barışık olmayan Ömer de Macide’den, yaptığı hırsızlıkları gizler. Birbirlerine, kendisi olamadıkları anlar çoğaldıkça yabancılaşırlar.
Bedri hoca, Balıkesir’de yaşarken, Macide’nin müzik öğretmenidir. Bir mektup yüzünden çıkarılan dedikodu, Macide ile Bedri hoca arasında sessiz bir ilgiye neden olmuştur. Bedri hoca, yaz tatilinden sonra İstanbul’a döner, annesinin hastalığı nedeniyle öğretmenlikten istifa eder.
Konservatuvarda okumak üzere Balıkesir’den İstanbul’a gelen Macide, babasının ölümünden sonra parasızlık nedeniyle akrabasının evinde kalamaz. Sevgili olduğu Ömer’in evine yerleşir, nikahsız yaşamaya başlarlar. Macide, Ömer’in arkadaşlarının olduğu bir ortamdayken Bedri hocasıyla karşılaşır. Bedri, geçimini sahnelerde çalışarak sürdürmektedir. Balıkesir’de yarım kalan ilgi kaldığı yerden başlar. Ömer’in yaşam biçimi, Macide’yi Bedri hocaya doğru iter. İkisinin de kendisiyle sorunu yoktur. İkisi de kendisiyle barışıktır. Birbirlerinin yanında kendisi olabilmektedirler. Macide ile Bedri’nin sorunları dış dünyayladır.
Yapmacık, tutarsız insanlardan ikisi de hoşlanmamaktadır. Bedri, Ömer’in çevresini ikilik, zıtlık içinde görmektedir. Bilgileri biçimseldir, söylediklerini zihinleri sindirmemiştir. Hiçbiri, insanı insan yapan niteliğin, “kişilikli olmak” olduğunu anlamamıştır. Ömer’in çevresindekiler üzüntü verici insanlardır. Geveze birer kukladırlar. Uzaktan insan görünümlüdürler ama yakınlarında yaşayınca iğreti verirler.
Ömer’in çevresindekiler; zengin olmaya, ünlü olmaya, otorite olmaya, kadınları kıyı köşede sıkıştırmaya, nüfuzlu insanlarla oturup kalkmaya önem verirler. Ağızlarından çıkanı kulakları duymadığı için düşünceleri de boştur. Buna karşın “adam değilken” “adam olduklarına” inanan yarım insanlardır. Hiçbiri kendisi değildir. Bedri, bu durumu öylesine güçlü dile getirir ki “Basit bir insan, mesela hiç okuması, yazması olmayan bir köylü, bir amele, lalettayin bir adam bunlardan çok daha mükemmel bir bütündür” der.
Ne geldiyse başımıza yarım insanlardan geldi. Ortalık bunlarla dolu. Sağda da solda da parazit gibi çoğalıyorlar. Hastalığın nedenini ortaya koyanların çığlığını duyan on parmak bile değil. Yarım insanlar, toplumsal sorunların üstünden söz olsun! diye geçmekteler. İğne ucu kadar ülkeleri için, başkalarının dertleri için zihin yorma çabasında değiller. Ne yaparlarsa göstermelik. Ortalıkta görünmeyi iş sanıyorlar.
Bedri’yle Macide gibi hiç sevemedim yarım insanları. Onlarla olmaktansa kitaplarla olmayı yeğlerim. Son sözü, Bedri hocaya bırakıyorum:
-Bir insanın, bilgisi, düşünceleri, mantığı, ahlakı, hulasa herşeyile bir kül olduğunu henüz anlayan yok. Bu muhtelif taraflar bir insanda ne kadar ayrı çehre gösterirse göstersin, bir noktada birleşir ve bir ahenk vücuda getirirler. O nokta da şahsiyet dediğimiz şeydir. İşte bunun için ben bu yarım, bu iğreti, bu zavallı ve gülünç adamlarla ahbaplık etmekten sıkılıyorum.