BENDEKİ BABAM

PAYANDAM

baykuş uğultusuna bulanmış gecelerde

selviler fısıldaşıyor birbirleriyle

beyaz bir taş işleniyor bir mermercinin elinde

âdet edinmiş gök bir kez her gece yarılmayı

yolladığı siyah kanatların ürpertisi dolduruyor odaları

ocağımızı mimlemiş orak

hasat mevsimi tutturmasında

toprağı ağaçla sevdim hep

yeşili de ağaçta

o zaman bu yeşil örtü de ne

dolanıp duruyor ipotekli yaşamımda

tut elimden baba

beni bırakma

yıkılmasın gök üzerime

tek payandam sensin

bunu unutma

Evet “payandam” dedim babama. Her gece “Beni bırakma,” dedim. Çaresizce, korkarak geçen günler, geceler. Bana yukarıdaki dizeleri yazdıran. Ama ne oldu…

BIRAKTI…

Gök yıkıldı üzerime. Hayatımda tanıdığım tek adam gibi adam gitti. Çok uzaklara. Daha önceki yazılarımdan birinde yazmıştım. Tapusu annemin ailesine ait olduğu için evimizin karşısındaki mezar yerimize annemin tüm yakınları defnedildiği halde babam, yani eşi kabul edilmedi. Çok uzaklardaki bir mezarlıkta yer verildi. Her şey bu kadar keskin olmamalıydı. İnsanlık kalmamış.

Aynı durumu hastaneye kaldırdığımızda yaşamıştık. “Yer yok, özel hastanede yoğun bakıma kaldıracağız,” dediler. Özel hastane deyince daha iyi bakılır sanmıştım. Beş dakikalık ziyaretlerinden birine gitmek için bindiğim taksinin sürücüsü “Oraya sağ girenin ölüsü çıkar, niye oraya yatırdınız?” dediğinde içime düşen kurdu o gön görüştüğüm doktorunun “Bir iki güne çıkarırız,” sözleriyle defetmiştim. Gittiğimde babam titreyip duruyordu. “Şekerini ölçün, belli ki düşmüş,” dedim.  Hemşirden“Saat 1 de ölçtüm,” yanıtı alınca “Ben iki saatte bir ölçüyordum evde, ölçün,” dedim ve şekerin düştüğü ortaya çıktı. Ayrılırken babama “ Kendini iyi hissetmediğinde hemşireyi çağır,” dedim. Gözleriyle “Olur,”  diye işaret etti saat 3’tü ayrıldığımda. Saat akşam 8’de gelen telefon “Babanız öldü,” diyordu.

Ben evde olsam da bir bakıcı tutmuştuk son dört ayında. Çünkü zayıf da olsa babam, yatağa bağımlı olduğundan kaldırmak, bazı ihtiyaçlarını gidermek beni zorluyordu artık. Haberi aldığımda şok oldum. Bakıcımız iri yarı Özbek bir kadındı. Hani o babasını kaldıramayan kadın, ben var ya o bakıcıya nasıl sarıldım, nasıl dövündüm göğsünde, nasıl sağdan sola attım kadıncağızı o üzüntüyle bugün bile hayretler içindeyim. Ne zormuş, ne zormuş! İki üç gün sonra çıkar diyorlar akşama öldü haberi geliyor. Kesin şekeri düştü ve bakmadılar babama. Alacağını aldı devletten özel hastane. Hayatından bezmiş çalışanları babamı da hayatından ettiler.

Babam öyle bir ölümü hak etmiyordu. Onca yıl devlete hizmet eden, dişinden tırnağından arttırdığı ile sırtında çimento taşıyarak ev yapan, para biriktirecek diye hayatında tatil nedir bilmeyen babam.

Her şey boş bu hayatta. Daha önce yazdığım babamla ilgili yazılarda da ağlamıştım ama bu yazımı yazarken yazdıklarımı göremeyecek durumdayım.

Bir şiirim var, onunla yazımı sonlandıracağım. Okuyan herkes sanırım onu bir aşk şiiri sanıyor. Aslında aşk şiiri. Üç kalp krizini art arda geçirip yoğun bakıma kaldırıldığı devlet hastanesinin (Yukarıda bahsettiğim hastane olayından önce, o gece acile gelenlerin hepsi ölmüş babam üç kriz geçirmesine rağmen bir ay sonra hastaneden çıkarak üç yıl daha yaşadı) banklarında ondan gelecek haberi beklerken yazıverdiğim babama aşkımın şiiri.

önce adlarımız karışsın
adın adım olsun
adımsa senin adın
sonra da
sokak çocuğu olalım birbirimizin
bakmayalım aç karnımıza
yeter ki sevgimiz doysun

hesap verelim birbirimize
iki kere iki eşittir dört keskinliğinde
sen kare ben eşittir aşk gerçeği çıksın

artılar kelepçelesin ellerimizi
peynir ekmek katıklığında sev beni
hiç eksilmeden
uzun yıllara böl sevgimizi

Evet, uzun yıllara dedim. O anda tüm arzum babamın sevgisiyle hemhal olacak uzun yıllar geçirmekti. Ne yazık üç yıl sürdü. Herkese babasıyla geçireceği uzun yıllar diliyorum, bu şiirimdeki aşk ile. Hayatta olmayan, gönüllerde yaşayan babalarımızı da Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhları şad olsun.

Ceyda Sevgi Ünal