Bizim en büyük sorunlarımızdan biri parçası olduğumuz hayatlarımızın içinde figüranlaştığımız da her boyutta posifize olarak durumu kabullendiğimizde yanlış bir öykünün parçası olup çıkmakla başlıyor.
Hep bizi iyileştirmeye daha iyi kılmaya matuf milyonlarca obje, subje, sözlük, kitap bir sürü bok devreye sokuluyor.
İçinden geçtiğimiz kurumlar; aile, okul, toplum vesaire bizi daha iyi rolünü yapabilen figüranlar haline getirmek için ikna odaları, ikna ortamları yaratıyorlar bizler için.
Benliğimizi daha edilmemişken, benliğimizden vaz geçirmeye kendimizden uzaklaştırma ve pespaye yaratıklar olarak dünyaya bırakılma işlevine dayalı bir hayatla donatıyorlar bizleri. Egemen güçler ve kurumsallıklar bunun için varlar. Aile, din, okul, toplum hepsi bunun için. Aile ve toplum kurumlarından aşılan diplomatik rolleri oynamaya, biraz daha kepazeleşmeye çalışıyoruz.
Batıl umutlarla oradan oraya savruluyoruz.
İnsanlar ötekine uzanmıyor, ötekine kendini bırakamıyor, ötekiyle bağlantılar kuramıyorlar.
Ötekiyle aralarındaki her olasılığı, olanaksız kılarak, olumsuzlama ayinlerini sonsuzlaştırıp duruyorlar. Çıldırıyor bazılarımız onlardan biri olmak için kendinden benliğinden varoluşundan vaz geçiyor. Sakatların çoğu kendini işe yaramaz, muhtaç, şükür, dua ile var etmeye çalışıyor. Bu varoluş içinde kendi özelliğini unutup diğer sakatları ve ötekileri ötekileştiriyor. Herkes içinde parçalara ayrılmış kimse düşünemiyor. Yarattığınız inandığınız ahlak-ahlaksız, namus-namussuz, doğru-yanlış, güzel-çirkin, sağlam-özürlü mal gibi kavramlardan yüzünden bugün İnsanlar benliklerine, kimliklerine, hakikatlerine, sarılamıyorlar.
Sakatlığımız bizler için bir direniş alanı, bir direniş silahı olgusu haline gelmelidir.
-Hep soruyorlar bana.
-Ya zor olmuyor mu? diyorlar. Nasıl bir yaşam bu nasıl katlanıyorsun? Yanlış anlamayın diyorlar.
-Yürüyememden söz açmak istediğini anlayarak, niye yanlış anlayayım diyorum.
Yürüyememekte, kör olmakta, sakat olmakta bu dünyanın parçası diyorum onlara. Çok şaşırttığımı bilerek.
O benden, acitatif sözcükler, dramatik ve umutlu hikayeler bekliyorken, ben boşa çıkarıyorum beklentisini.
Bakıyorsunuz ama çok az şey görüyorsunuz. Hatta hiç bir şey görmüyorsunuz. Yürüyor ama gidemiyor, bir türlü varış menzili bulamıyorsunuz.
Konuşuluyorsunuz ama sözcükleriniz sığ, sahte ve içi koflaştırılmış kalıp cümleler.
Keşke biraz körleşseniz, biraz sağırlaşsanız, biraz yürüyemeseniz. Belki kendinize bir ayna tutar sahte aynaları paramparça ederek özgürleşme fırsatı çıkar önünüze.
Çevremde en çok duyduğum sözlerden biride ne kadar güzel ya bayılıyorum sana hayata hiç küsmüyorsun, ben olsam intihar ederdim, oluyor.
Neden hayata küselim ya da, neden hayatla barışık olma zorunluluğumuz mu var?
Hayata küsmekle hayata barış ta çok anlamsız geliyor. Zira hayat akıp gidiyor, onunla barışacak onunla küsecek hali yok hiç birimizin.
Belki onu her boyutta yaşamak, kederi ve neşeyi bütüncül yapmak gerekiyor.
Sakatlık, körlük, eşcinsellik, kadınlık tüm bu kategoriler, hayatı bölenlerin, bütünlükten kopuk bakış açısının ürünü.
Neden bu farklılıklarımızı kabul ederek eşit şartlara birbirimizi dışlamadan, ötekileştirmeden, öldürmeden, yakmadan düşmanlar yaratmadan yaşayamıyoruz.
Neden herkesin herkesle hasım olduğu bir dünya inşa ediyoruz ve bunun temellerini atıyoruz.
Neden hep tedirgin, hep hasta, hep zayıf düşmüş, hep kurban ajitasyonunda batık haldeyiz. Berbat bir hiçliğin, dibine dalmış kendileriyle, kimlikleriyle, biçimleriyle oynuyor İnsanlar.