Çocukken güle oynaya söylediğimiz “Komşu komşu huu oğlun geldi mi?” diye başlayan bir tekerleme vardı bilmem anımsar mısınız?
İşte biz, komşuluğu o tekerlemelerle dile getirirken, yaşayarak yani uygulamalı da görmüş bir kuşaktan geliyoruz. Öyle ki; komşu komşunun külüne muhtaçtır atasözünü onaylatmak istercesine elimize tutuşturulan bir bardak ya da fincanla komşumuzun kapısını çalar, “Merhaba teyze,” dedikten sonra “Annem, varsa bir bardak şeker istiyor, “ gibi alternatifli bir tümceyle devam ederdik. Ne bir boyun büküklüğüz olurdu bu isteyişte ne de mahcup bir yüz ifademiz. Biliyorduk ki bir müddet sonra komşu teyzenin kızı da elindekiyle kapımızı çalıp bizim söylediğimiz gibi bir şeyler söyleyecek ve annem koşturarak mutfağa giderken biz komşu kızla iki lafın belini kıracaktık.
Sonra bir de kandil ve kurban bayramlarında komşulara dağıtılan helva, kurban eti vardı ki; akrabadan önce komşular gelirdi insanın aklına. Annem “Ev alma komşu al,” diyerek hayatından gayet memnun, mutlu günler geçirirken evimizdeki banyo soğuk olduğu için sırası gelir beni iki oğlu bir kızı, kocası olan komşu teyzenin evine banyo yapmaya gönderirdi. Bir güzel yıkardı beni komşu teyze. Sorarım size; bugün hangimiz en yakın komşumuzun evine kız çocuğumuzu banyo yaptırmaya yollama cesareti gösterebiliriz? Tabii ki genelleme yapamayız ama dikkat ederseniz tecavüzcülerin, hatta tecavüz ettikten sonra öldürenlerin çoğu yakın komşular arasından çıkıyor.
Oysa ben iki paragraf önce komşuluk ilişkileri üstüne ne güzel şeyler yazıyordum değil mi? Öyleydi ama… Bir düğün mü olacak, cenazeniz mi var akrabadan önce komşu koşardı yardımınıza. Hatta evini konuklara açar, çatalına, kaşığına kadar ortaya çıkarır, tabii ki börek, çörek ne varsa yapıp tüm marifetini de gösterirdi. Yapılması zor, kokusu yoğun yemekler pişirildiğinde özellikle de yakın komşularda hamile varsa tadımlık da olsa o yemekten mutlaka götürülürdü. Komşu da tabağı hiçbir zaman boş iade etmezdi. Böyle gelenek vardı bir zamanlar. Şimdilerde bazı komşular arasında hâlâ aşure dağıtma âdeti olsa da sağlığa çok zararlı alüminyum taslarla gerçekleşiyor. Yine hasta olup bir tas çorba yapacak halim yokken elinde bir tencere çorbayla kapımı çalan komşumu da burada anmadan geçemeyeceğim. Tabii sevginin yanında saygı da vardı komşuya. Komşu evlerden birinden cenaze çıksa yas süresince radyo, televizyon açılmaz, cenaze sahibi üzüntülü, eli ayağı tutmaz diye tencere tencere yemekler taşınırdı.
Bence ne olduysa evlere televizyon girdikten sonra oldu. Herkesin televizyon alamadığı yıllarda “televizyon misafirliği” adı altında bir misafirlik türedi. Artık, “Akşama müsaitseniz annemler size gelecek,” tümcesi rafa kalktı. Tüm komşular televizyon almaya gücü yetmiş komşunun evinde toplanmaya başladı akşamları. Sohbetlerin yerini çay kaşığı şıngırtısı eşliğinde, filmler, diziler aldı. Bu böyle devam ederken artık her eve giren siyah beyaz televizyonların devri kapanıp renkli televizyon ülkeye gelince bu kez “renkli televizyon misafirleri” türedi. Bu misafirlikler, evlerin hanımlarının çay servisi yapmaktan hiçbir şey seyredemeyerek sabrının taşması ve artık çoğu eve renkli televizyon girmesiyle yavaş yavaş sona erdi. Böylece komşuların birbirlerine televizyon için misafirliğe gitmesiyle sekteye uğrayan ilişkileri tüm ilişkilerine yayıldı. Zaten televizyon aile ilişkilerini de müdahale etmedi mi? Kanallar çoğaldıkça evin erkeği bir başka odada, kadını bir başka odada istedikleri programları seyreder olmadılar mı? Bir de internet gibi bir olay, ardından sosyal medya, ellerden düşmeyen akıllı telefon derken neler olmadı neler komşuluk ilişkilerine gelene dek… Birkaç yıldır sosyal medya da televizyonun yıllar önce yaptığını yapmıyor mu? Değil komşuluk ilişkilerinin bitmesi, aile içi ilişkilerin yıpranmasına sebep olabiliyor. Aile bireyleri görünürde birlikte oturuyorlar ama bedenleri orada ruhları, akılları sanal alemde ellerindeki telefon aracılığıyla. Bu manzaraya çoğu kez ev dışında da örneğin kafelerde de tanık olabiliyoruz. Hatta çocuklarının eline de bir tane oyun verip herkes kendi aleminde bir aile(!) tablosu çiziyorlar. Aile bireylerinden çok sanal arkadaşlarını tanıyanlar olduğu gibi o kadar çok sanal arkadaş arasında hiç farkına bile varmadığı kişiler olabiliyor insanın. Dün Facebook’tan bir yazar arkadaşımın vefatını duymadığımı, ünlü bir şarkıcı olan oğlunun, magazin sayfasında babasının ölümüyle haber yapılması dolayısıyla öğrenince sanal ilişkilerin gerçekten sanal mı olduğu üzerine üzüntüyle düşündüm.
Artık özellikle büyük şehirlerde, oturduğumuz sitede veya apartmanda yan tarafımızda, alt dairede, üst dairede kim oturuyor kaçımızın haberi var acaba? Canlı bombalar mahallemize yerleşiyor da muhtarın bile haberi olmuyor.
Bir ara karısını döveni ihbar gibi bir yöntemle kadına şiddete güya çare bulunulmak istendi de kimse birbiriyle ilgilenmedi. Birkaç ilgilenin başına da neler geldi.
Büyük şehirlerdeki durum böyle duygusuz bir komşuluğa(!) yönelmişken sanırım kasaba, köy gibi yerleşim bölgelerinde komşuluk henüz ölmemiştir. Eskiden duyduğumuz imece günleri devam etmekte, herkesin birbirini tanıdığı bir ortam süregelmektedir biraz da olsa.
Bir de tabii ülkemizin komşuları var ki sormayın gitsin. O konuda ne yazsam boş! Görüyorsunuz komşuluk(!) ilişkilerimizi… Buradaki kül komşunun külü değil yalnız… Bizim mangaldaki kül…
Uzun zamandır düşündüğüm komşuluk üzerine bir yazıyı kaleme almama neden olan 15. İstanbul Bienali’nin bu yılki “iyi bir komşu” teması, ev ve mahalle kavramlarının tüm dünyada nasıl bir değişime uğradığının altını çizerek komşuluk kavramına günümüzde biraz olsun dikkat çekebilir umarım.
Esen kalın, komşusuz kalmayın.
Ceyda Sevgi Ünal