SİZE BETON BİZE TOPRAK

Bazen bırakmalı bütün sorumlulukları…Yaşam kavgasının içine öylesine çekiliyoruz ki bir çiçeğin yapraklarına bile dokunmuyor ellerimiz. Oysa yaşanılacak ne çok şey vardı. Ne çok şey unutturuluyor farkında olmadan. Bir düşünelim…Yaşadığımız son on yıl, yirmi yıl hızla geçip gitti. Gelecek günlerimiz, yıllarımız da öyle olacak. Bugünden başlayarak, yaşamı ertelememeli.

Kaç zamandır, Heybeli Adası’ndaki Hüseyin Rahmi Gürpınar Müzesi’ne gitme isteği vardı içimde. Günün Pazar olmasından ötürü sabah saatlerinin sakin olacağını düşünüp düştüm yollara. Yapmam gereken işler vardı aslında. “Hiç bitmezler ki. Bırak kalsın, ömür uzun değil, bugün mutlu olacağın ne varsa onu yap ” dedim içimden. İstanbul, erken saatlerde bir başka güzel oluyor. Yanıma aldığım İnsancıl Dergisi’ni, otobüste okuyarak Bostancı İskelesi’ne vardım. Geminin kalkmasına yarım saat vardı. Günlük gazetemi aldıktan sonra deniz kıyısındaki çiçekçi takıldı gözüme. Her yerde satılmayan günebakanları görünce, çingene kadınla pazarlık edip bir demet günebakan aldım. “Kime mi?”Kendime aldım, bugün kendime mutluluklar armağan edeceğim

Gemi hareket edince bir martı sürüsü takıldı peşimize. Okuduğum gazeteyi bırakıp martıları izlemeye başladım. Kanatlarını çırpa çırpa, döne dolaşa, ötüşe ötüşe geliyorlardı ardımızdan. Uzun uzun izledim cümbüşlerini. Simit atan insanları görünce simit almayı akıl edemeyişime üzüldüm. “ Bir başka sefere” Martıların fotoğraflarını çektiğimi gören, karşımda oturan bir teyze bana gülümsedi. Martılar üzerinden aramızda sohbet başladı. “Otuz yıldır Büyükadaya gelir giderim… evlere temizliğe giderim” dedi. Altmış bir yaşındaymış. “Ben Heybeli’de, Hüseyin Rahmi Gürpınar Müzesi’ne gidiyorum” dedim. Yorum yapmadı. Güzel teyzem, hiç okula gitmiş miydi gitmemiş miydi? Sormadım. Gemi ilk önce Heybeli’ye uğradığından inmek üzere kalktım. Karşılıklı gülümseyerek el salladık birbirimize.

İşte Heybeli…Kaç yıldır gelmemiştim. Denizi gören güzel bir yer bulup, kendime kahvaltı ısmarladım. Çayımı yudumlarken yazarlar geldi aklıma. Büyükada’da Reşat Nuri Güntekin, Nurullah Ataç, Cevat Şakir Kabaağaçlı; Heybeliada’da Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Rasim, Aziz Nesin; Burgaz Adası’nda Sait Faik Abasıyanık, Kınalıada’da Fazıl Ahmet Aykaç. Yazacağım öykülerde çevremi izlemenin önemini düşündüm. Çaprazımdaki masada oturan iki kadının biri, yüksek sesle konuşup kahkalar atıyordu. Bir kedi, önüne atılan parça peyniri yiyordu. İskeleye yanaşan gemiden insanlar iniyordu. Kıyıda, oltalarını denize atan insanlar birbirlerine laf atıyorlardı. Kayıkların içinde; dengeyi bozmanın tedirginliğiyle ayakta duran balıkçılar vardı. Kafeteryalar, lokantalar saksı çiçekleriyle süslenmişti. Tanıdıklarla karşılaşanlar birbirlerine hal hatır soruyordu.

Garsona, müzeye nasıl gidebileceğimi sordum. “Caddeden yukarıya doğru çıkın, en tepede, yine o tarafta birine sorarsınız” Hüseyin Rahmi’nin, Aziz Nesin’in, Ahmet Rasim’in ayaklarının değdiği sokaklarda yürümeye başladım. Mutlu köpekler, mutlu kediler dolaşıyordu ortalıkta. İnsanlar, ulu orta yerlere su kapları koymuşlardı. Bir adam, ardına düşen köpekleri, elindeki yiyecek kutusuyla ağacın dibine doğru çağırıyordu. İnsanların yürüdükleri yolda, tek tük martılar uçuşuyordu. Rampayı biraz çıktıktan sonra bir kedi ile bir martının yan yana olması dikkatimi çekti. Yere dökülmüş hazır mamaları birlikte yiyorlardı. Doymazcasına uzun uzun onları izledim. Arkamdan yürüyen üç kadından biri : “Şunlara bak, kardeş kardeş yaşıyorlar” dedi. “Ben de ona şaşırdım” dedim gülümseyerek. Önümde yürüyen yaşlı bir teyze, elinden tuttuğu zihinsel engelli delikanlının tavırlarını güçlükle zapt etmeye çalışıyordu. Yolun iki yanında, dükkanların önlerinde oturan esnaflar birbirlerine laf atıyorlardı. Bir kadın evinin önünde, sonbaharın döktüğü yaprakları süpürüyordu. Çocukluğum geldi aklıma. Evimizin önündeki incir ağacı yapraklarını döktüğünde ben de böyle süpürürdüm. Çay ocaklarında, küçük taburelerde oturup, çay içip sohbet edenler vardı.

Yolun sağında çok ilginç görünen şişeler çarptı gözüme. Soda, rakı, bira şişelerinden ilginç aksesuarlar yapılmıştı. Şişelerin gözüme hiç bu kadar güzel görüneceğini düşünmezdim. Kapıdan içeri başımı uzatıp “Ne ilginç şeyler yapmışsınız” dedim. Demir doğrama (ferforje) ustasıymış. Üstü başı zanaatçı kirliliğinde olan, orta yaştaki bu adam bana şişeleri nasıl kestiğini, delikleri nasıl açtığını gösterdi. Ekmek parası kazanırken bir yandan da camlardan farklı bir dünya yaratmıştı kendine. Övgüler dizdim.

Kimi bakımlı, kimi bakımsız, kimi terk edilmiş villalar konuşur gibiydi. Ne yaşamlar yaşanmıştır bu evlerde, kim bilebilirdi? Duvarlarla çevrili bahçelere türlü türlü çiçekler, ağaçlar ekilmişti. Pencerelerden, balkonlardan sardunyalar gülümsüyorlardı. Sakinliği, sessizliği arada geçen at arabaları bozuyordu. İnsanın hizmetine girmiş yorgun atların ardından bakakaldım.

Askeriye’den sola sap, o yolun rampası daha az” demişlerdi. Askeriye’ye geldiğimde sola sapan yola girdim. Yol boyu ağaçlardan başka bir şey yoktu. Yanlarından geçerken her birinin adını bilmek istedim. Çam ağacını tanıyordum. Yerlere kozalaklarını düşürmüşlerdi. Kozalağı elime aldım, inceledim. Dikenli bodur ağaçlar, üç parça yapraklı ağaçlar…Şu doğada adını bildiğim ne kadar az bitki vardı. “Doğaya nasıl da yabancılaşmışım

Umduğum kadar uzakta değilmiş müze. Hüseyin Rahmi’nin otuz iki yıl yaşadığı evine gelmiştim. Beyaza boyanmış ahşap yapıda ilk dikkatimi çeken viraneliğiydi. Beyaz boyalar yer yer dökülmüştü. “Unutuldum, kimse benimle ilgilenmiyor” diyordu. Kötü karşılandım. Müzenin yola bakan iki yanında merdivenler vardı. İki merdivenden de çıktım. Kilitli kapılarla karşılatım. “Restorasyon nedeniyle müze kapalıdır” yazıyordu. “Boşuna geldim” diye düşünmedim. Yaptığım yürüyüş, yaşamı dinleyişim bana iyi gelmişti. Üzüldüğüm müzenin durumuydu.

Yazarın ölümünden sonra köşk yeğenine miras kalmış. 1964 yılında, İstanbul Valiliği köşkü satın almış. 1961 ile 2000 yılları arasında; yazarın bisikleti, piyanosu, kemanı, yağlıboya tabloları, avizeleri, kristal takımları, antika halıları, kitaplarının büyük kısmı yağmalanmış. Güya bekçisi de varmış. 2000 yılında ev müze haline getirilmiş.

Şubat 2017’de, Adalı Dergisi’nde çıkan şöyle bir habere rastladım: “Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Heybeliada’daki müze evi, mülkiyet sahibi İstanbul İl Özel İdaresi’nin kapanmasının ardından, 2013 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne devredilmişti. Mülk sahibi İBB’nin talebi üzerine 2016 Ekim’inde yapılan protokolle müze, Adalar Vakfı tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi Müzeler ve Kütüphaneler Müdürlüğü’ne teslim edildi. Müze envanter teslimi de 2017 başında tamamlandı”

Söylentilere bakılırsa 2018’de müze açılacakmış. Youtube’da, 28 Ekim 2013’te, Heybeliada Forumu imzasıyla yayımlanan “Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi Müze Kalacak” başlıklı çok hoş hazırlanmış videonun altında şunlar yazıyor: “ Hüseyin Rahmi Gürpınar Müzesi'ni GERİ İSTİYORUZ! Aylardır bakım ve restorasyon bahanesiyle Halk'a kapalı, Rant'a açık tutularak yok edilmeye çalışılan Hüseyin Rahmi Gürpınar Müzesi'ni geri istiyoruz” Umarım böylesi bir girişimde bulunmak kimsenin aklından geçmiyordur. Bu ülke ancak sanata, bilime, tarihe, edebiyata verilen değerle ileri gidebilir. Ranta dönük açılımlar kişileri kalkındırır, ülkeyi kalkındırmaz.

Dışardan görebildiğim kadarıyla birkaç fotoğraf çekip hüzünle ayrıldım Hüseyin Rahmi Gürpınar Müzesi’nden. Geldiğim yoldan geri döndüm. Ağaçların kimi yan yatmıştı, kiminin gövdesi seksenlik bir yaşlının yüzü gibi çatlak çatlaktı. Kimi kurumuştu. “Ağaçlar nasıl ölürler? Kuruyarak mı?” Kollarımla kucaklayamadım hiç birini ama yüreğimle kucakladım hepsini. Tepede kimsesiz kalan, Hüseyin Rahmi Müzesi’nin hüznü ağaçlara da çökmüştü sanki.

Askeriye’ye gelince hemen üstten giden bir yol olduğunu fark ettim. “Bu yol nereye gidiyor ki…” Karşıdan bebek arabasıyla gelen bir aileye doğru yürüdüm. “ Mezarlıklar var, yol sizi adanın merkezine götürür, yirmi dakika sürer” dediler. Az ileride sol tarafta karşıma Rum Ortodoks Mezarlığı çıktı. Yüksek demir kapının parmaklıklarından içeriye baktım. Çok düzenli görünüyordu. Bütün çekişmeler son bulmuştu. Mezarlıklar hiç korkutmaz beni tersine yaşamdaki hırsların, çekişmelerin saçmalığını bir kez daha fark etmemi sağlar. Rum mezarlığının hemen bitiminde Müslüman mezarlığı vardı. Tıkış tıkıştı yatanlar.

Boyumun kırk katı çam ağaçlarının gölgesinde yürüdüm dakikalarca. Sağ tarafta Büyükada’nın üstüne sis inmişti. Karşıda İstanbul, apartman denen mezar taşlarıyla çirkin görünüyordu.

Adaya gelipte kahve keyfi yapmadan olmazdı. Bulutlara bakarak yudumladım kahvemi. Kendimle geçirdiğim harika günü, çocukluğum gibi yaşadım. Çalıştığım zamanlar da bir makinanın parçası gibi duyumsardım kendimi. Bir keresinde E-5 Maltepe Köprüsü’nde, işe giderken bariyerleri aşıp, asfalt yolların arasında can çekişen mutsuz toprağı avuçlarıma alıp öpmüştüm. Bahçeli bir evde büyüdüğümden; ektiğimiz domateslerin, salatalıkların, mısırların, günebakanların bende yarattığı mutluluğu nasıl da özledim. Doğayı unutturdular. Mis gibi kokan domates kokusunu, mendil kapmaca, yakan top, dokuztaş, ip atlama oynadığım mahallemi; cam gibi akan derede öten kurbağaların sesini unutturdular. Çimenlerin üzerine uzanıp yıldızları seyrettiğim toprak üstünde şimdi apartmanlar var. Bana unutturulanların hepsini geri istiyorum. Doğayı geri istiyorum. Rant azınlığının cepleri dolsun diye, yok saydığınız milyonlarca çoğunluğa ait olan toprağı geri istiyorum. Kedileri, köpekleri, martıları, ağaçları, çiçekleri, toprağı seyrettikçe soluk alıyorum. Yazarımızın tarihi evini korumadınız. Her yere beton mezarlar dikmek için pusuya yattınız. Abbas Paşa Mezarlığı’na gidip Hüseyin Rahmi’ye anlatacağım kapısına vurulan kilidi. Piyanosunu, kemanını, bisikletini, yağlı tablolarını…yağmalattığınız ne varsa hepsini isteyecektir sizden. Aldıklarınızı, unutturduklarınızı geri verin. Toprağı gömdüğünüz beton kentiniz sizin olsun. Size beton bize toprak haktır. Bu kavga betonla toprağın kavgasıdır.