ISLIK ÇAL ve DANS ET

İki üç yıl önce, Türk edebiyatında engellilerin nasıl anlatıldığına ilişkin bir araştırma yapmaya karar vermiştim. Ancak araya başka işler girince o kaldı.

Türkiye'de engellilerin iç dünyasının anlatıldığı gerçekçi yapıtlar var elbette. Ancak engelliler çoğunlukla engelsiz insanlarca anlatılıyor. Çoğu öykü ve romanda engelliler, yardımcı karakter olarak yer alıyor. Acaba kolları sıvasam da, ana karakterlerin engelli olduğu bir roman yazsam mı, diyorum. Bizi bizden başka kim daha “iyi” anlatabilir ki, değil mi?

Neden olmasın? Ne yazık ki, ülkemizde engellilere halen tıbbi bakış açısıyla bakılıyor. Buna göre, engelliliği yaratan bireyin bedensel sağlık durumu. Böylece engellilik “eksiklik, noksanlık, yetersizliktir,” olarak algılanıyor. Engellilerin tedavi edilerek iyileştirilmesine odaklanılıyor. Bu arada toplumsal engeller görmezden geliniyor. Engellileri özgürleştirici adımlar bir kenara itiliyor. Haklısın, şekerim! Kimi edebiyatçılarımız da bu bakış açısıyla öykü ve roman yazıyorlar. Böylece tıbbi bakış açısı pekiştiriliyor.

Geçen gün Murathan Mungan'ın “Yüksek Topuklar'ını”(1) okudum, biliyor musun? Yazar, otuzlu yaşlarda burjuva bir kadının gözünden kadınları anlatıyor. Bu sırada bizde Nermin'in dünyasına konuk oluyoruz. Gençliğinde sosyalist, sonra feminist olan, ileri yaşlarda her şeye karşı tüm inancını yitiren, hemcinslerinden çoğunlukla nefret eden, çok kültürlü bir kadının yaşamından kesitler var. Hatta öyle ki, beş yaşlarındaki bir çocuktan bile nefret ediyor!

İnsan niye bir çocuktan nefret eder ki? Nermin'in anlattığı kadın karakterler, içimizden birileri. Evde, işte, sokakta, çarşı, pazarda onlarla karşılaşabilirsin. Kendi hemcinslerinin gizli sırlarını araştıran, merak eden, o sırları açıklamaya eğilimli olan kadınlar... Birbirlerinin sahip olduğu şeyleri kıskanan, haset eden, birbirleriyle rekabet eden, riyakar, egosu yüksek kadınlar... İnancının hep haklı olduğu konusunda direten kadınlar... Bir işi gücü olan, kendi ayakları üzerinde durup geleneksel rolleri yıkamayan, tüketilmiş ilişkilerden kurtulamayan, hayatın boşala boşala azaldığı zamanları aşamayan yalnız kadınlar...

Peki, sen nasıl bir kadınsın? Anne misin? Hımm! Nasıl bir anne? “ Ayşe, Fatma, Ali, Hüseyin buraya gel, oraya çıkma, yemeğini yemen lazım” deyip sürekli çocuklarının peşinden giden bir anne mi? Böyle yapmak egoyu doyurmak mı yoksa gerçekten çocuğunla ilgili olmak mı? Bence çocuk yapmak marifet değil. Hımm! Ne dedin? Çocuğunun her davranışını bir seremoniye dönüştüren annelere gıcık mı oluyorsun? Neden peki? Onlar da var oluşlarını böyle gerçekleştiriyorlar.

Haklısın. Erkekler ha bire kadınları anlamanın zor olduğunu söyleyip duruyorlar. Bilmem, bana pek öyle gelmiyor. Evet, kadınlar genellikle kendilerinin bir erkekçe korunmasını istiyorlar. Sonra da gizli dünyaların nimetlerini sunmaya hazır ve nazır bekliyorlar. Ne gam ne keder! Hep aynı tantana işte. Kadın birey olamadığı sürece daha çok dört duvar arasında sıkışıp kalır, ev işleriyle oyalanır, durur. Ne dedin? Geçen gün evini şirinleştirmek için ev eşyası mı aldın? Güzel oldu mu, peki? Yine mi o boşluk duygusu? O uğursuz boşluk duygusu yüreğinin ortasına çöreklenir de, tıs tıs deyip durur, bilmez miyim hiç?

Yalnızca evlilik değil, hayat da zor şekerim! Erkekler birlikte oldukları ya da ayrıldıkları kadınları eksiltiyorlar mı, dedin? Oscar Wilde mi söylemişti? Her insan öldürür sevdiğini diye. Bak! Ne çok ayaklarımın altında cellatlarımın kurşunları var. Burnumun direği kırıldı şimdi.

Sen geçmişte yaşamaktan anı yaşayamıyorsun biliyor musun? Başını kaldır da, bir gör! Ateş ve bombalar arasından ne çok yüksek topuklu kadın geçiyor kırıta kırıta... Niye engelli kadın yok içlerinde dersin? Güldürme beni, cancağızım! Sen biraz saf mısın ne? Engelli kadın, kadın olarak görülüyor mu ki, olsun? Bilmiyor musun, engelli kadın bu toplumda yok hükmünde. Ne de olsa “çirkin ve ucube”. “Sevgili”, “eş” , “anne” olmaya layık görmüyorlar onu. Eee, vitrin de önemli tabii. Abartma canımın içi! Engel yürekte. Bence en büyük engel sevgisizlik. Hahaha! Senin dediğin ucuz bir popülizm şekerim.

Popülizm dedin de, aklıma geldi şimdi. Yüksek Topuklar'da engellilerle ilgili bir “şükür panosu “ var, biliyor musun? Romanın baş karakteri olan Nermin, konusunu sık sık değiştirdiği bir pano hazırlıyor evinde. Dediğine göre, ciddi bir şey değilmiş aslında. Eğlencelik olsun diyeymiş. Şöyle diyor: “ ... Bu seferkinin adı: “ Şükür Panosu. Konuya ilişkin koleksiyon parçalarımın hoş örneklerini sergiliyorum. En başta, “ Amarcord” daki kör akordeoncunun büyük boy bir fotoğrafı örneğin; Helen Keller'in yaşamını konu alan “ Miracle Worker”dan bir sahnede Anne Bancroft ve Patty Duke, gerçi fotoğraftan hangisinin sakat olduğu anlaşılmıyor. “My Left Foot”tan bir karede Daniel Day Lewis var, artık ona Daniel Day Lewis demek, ne kadar doğru sayılırsa; sonra Audrey Hepburn “Wait Until The Dark” tan hayli çaresiz bir karede; Rain Man” den gayet spastik bir Dustin Hoffman görüntüsü, “Ryan's Daughter”ın ünlü kambur ve meczubu John Millls... yani o gözle bakacak olursanız, Oscar almak için gereken koşullar kataloğu da denebilir bu çalışmaya. “ (2)

Romandaki çocuk karakter Tuğde, bu panoların niye baş köşeye asıldığına anlam veremiyor. Nermin ise şöyle yanıt veriyor: ... Moralimin bozuk olduğu zamanlarda, bunlara bakıp bakıp, “ şükür halime!” demek için astım onları. (3)

İnanabiliyor musun? Nermin, küçücük bir çocuk olan Tuğde'ye söylüyor bunları. Tuğde ise, eve gidince ben de böyle bir pano yapıp sınıf resimlerimi asacağım, diyor.

Hımm! Yüksek Topuklar'daki “Şükür Panosu'nun” sence işlevi ne? Niçin bunu anlatıyor yazar? Tabii ki, bu toplumda engellilerin durumuna bakıp bakıp kendi “sağlamlarını” kutsayan bir kitle var. Nermin de aynısını yapıyor işte. (Romandaki karakterin yer yer çok ironik bir dili olsa da. ) Bir “gerçekliği” anlatıyor yazar. Evet, anlıyorum. Yalnız sakatlığı tüm yaşama koşullardan soyutlayarak tıbbi bakış açısıyla ele almış Mungan. Bu da engelli olmak “trajedidir” düşüncesini besliyor. Üstelik bir çocuğa: “ Tam olmanın” , bir üstünlük, “tam olmayanın” “eksik, kusurlu” olduğu mesajını da veriyor. Keşke böyle anlatmasaymış değil mi? Bir de Mungan, dünyayı bizlere öznel gösteriyor. Bireyin duygu ve düşüncelerini içinde yaşadığı kültür belirlenmez mi sence? Evet, kapitalizmin ve erkek egemenliğinin çarklarından da söz etmeliydi yazar.

Biliyor musun? Bu gün 5 Aralık Kadın Hakları Günü'ymüş. Deme! Bence güzel bir gün. Bak! Sana ne diyeceğim. Öyle bir dünya düşlüyorum ki, bir gün kadınlar, kadınları düşman olarak görmeyecekler.. Bir gün kadınlar, rekabet etmek yerine birbirlerinin yaralarını saracaklar... Birbirlerini sevgiyle kucaklayıp dans edecekler dağbaşlarının doruklarında... Öyle bir dünya düşlüyorum ki, bir gün “tam” olmak yüceltilmeyecek... Geçmişteki romanlar, “sağlam beden ideolojisinin” tanıklığını yapacak yalnızca... Dansa bizde eşlik edeceğiz dağ başlarının ufukla birleştiği yerde...

Hadi uzat elini... Islık çal ve dans et...

Kaynakça:

1) Murathan Mungan, Yüksek Topuklar, Metis Yayınları, İstanbul, Mart 2009.

2) a.g.e. 120

3) a.g.e. 120